Yelken ve sörf yapmak çocukluktan beri en çok istediğim şeylerden biriydi. Her yaz Datça'ya, Çeşme'ye ya da Bodrum'a gitmemize rağmen bir sörf okuluna kaydolamadım. Fırsat olmadı, aklıma gelmedi veya yönlendirilmedim. Kısaca, çok heves ettim ama bir şekilde adım atamadım ta ki geçen seneye kadar. Şimdi havaların ısınması ile Kalamış Marina'da Poseidon Yelken okulu ile yaptığımız yelken derslerine geri başlıyorum. Hedefim orta segment bir kaptan olana denk devam edebilmek. Sonra darlarım bizimkileri yelkende yelken! diye.
Ama tüm hikaye bu değil, yelkenin bende çok başka bir ayrıcalığı daha var. Anda kalmamı sağlıyor. Şöyle ki; hani bazen düşünürüz 'ne zaman çok mutlu olmuştum' diye ve hep geçmiş günler akla gelir ya, düğün günümde çok mutluydum, 21.yaş günümde babam araba aldı çok mutluydum, kızlarla geçen yaz tatilinde çok mutluydum, finalden çakmadım çok mutlu oldum vs vs ama o tatildeyken insan nadiren 'Şu anda çok mutluyum ve bunu tüm benliğimde hissediyorum, ileride bu anı hatırladığımda da bu hissettiklerim aklıma gelecek' der. Anda kalamadığımız için o an geçtikten sonra anlarız ne yaşadığımızı ve ne hissettiğimizi. Ama yelkene ilk bindiğimde, rüzgarla ilk şişip hızlandığında, terse düşüp ilk yan yattığımızda içimde bir çocuk deli gibi bağırıyordu 'Çoook güzel, çoook mutluyum, çoooook!' ve o anda biliyordum ki ilk yelken kullandığımda tam olarak nasıl hissettiğimi hep hatırlayacaktım. O anda kalmıştım ve o anda öylesine mutluydum ki hayatımda izi mutlaka kalacaktı. İnanılmaz bir duyguymuş, deneyimlemek mucizeviydi.
Küçükken Ankara ile aramızda halledemediğimiz bazı sorunlarımız vardı Anıtkabir hariç ama son yıllarda barıştık sayılır. En azından daha sık gidiyorum ve mutlu oluyorum. Hatta yeni açılan mekanlar ile beni etkilediğinide itiraf etmem gerek. Geçen ay bir düğün için tekrar kendisini ziyaret ettik. Arcadium alışveriş merkezindeki 'hmbrgr'de klasik burger denedik, bayaaaaa başarılıydı. Hele 'anne tatlısı'nı mutlaka denemenizi isterim. Magnolia halt etmiş. Kafes Fırın'dan sonra Ankara'nın diğer golü tam 90'a oldu.
Düğün demişken, bizim kolonide düğün sezonu açıldı. Bizde de klasik düğün pozlu fotoğraflar çoğaldı. Ve yine her zaman olduğu gibi evde en son yine O hazırlanıyor. Benim işim 15 dk sonrası bekle babam bekle. Adamın ruhunda bir sahne sanatçısı var, yapacak bir şey yok. İkili selfilerde yanaklarımın arşa değecek kadar kocaman çıkması hiç hoşuma gitmiyor. Kontörü siyah pudrayla bile yapsam sonuç bu.
Mayıs ayı itibariyle uzak kaldığım renkli hayal dünyama geri döndüm. Ruhumun bir yanı her zaman yazar, çizer, okur, boyardı. Ama tüm bunlar için biraz içime kapanmam, biraz sakinleşmem ve grileşmem gerekiyordu. O zamanlarda, çok daha derinime işleyerek bir şeyler yaptığımı hissederim. Ama insan büyüdükçe dünyasını da büyütüyorsa bu pek mümkün olmuyor. Kısacası 2 çocuk, koşturmalı bir iş ve çığlık kıyamet bir düzende, Suratsızlığa yer Yok! (No Country for Sad Man misali). Ben de biraz bekledim ve ruhumun, yeni düzenimin ve yaratıcı yanımın birbirlerinin bu yeni haline alışması için bekledim, senkronize olmaları ve dönüşmeleri yeni sisteme ayak uydurmak için gelişmeleri gerekiyordu. Öyle de oldu. Bazen sadece sabretmek ve taşların yerini bulmasını beklemek yeterli oluyor. Kafamda bu yeni buluşma için sahane bir plan var.
Çok uzak, uzun ve uğraştırıcı bir yolculuk oldu ama şu ana değdi. O an, bu fotoğrafı çekerken Mavi bacağıma yapışmış, Atlas ise toprağın içinde koşturuyordu. O elbette rakı içiyordu. Uzak her zaman kötü değildir, bazen tazelenmek için tam olarak böyle bir yere kaçmak gerekir.
Okumak istediğim daha çok kitap var ama zaman yok, hal yok, kafa yok. Biraz daha ağırdan almaya karar verdim ve bu sefer önceden sipariş vermeyeceğim. Elimdeki kitapları okuyup azalttıkça yenilerini almaya karar verdim. Zaten kütüphanem artık almıyor, ek yaptırmam gerekecek. Bakalım daha yaz temizliğinede girişme hedeflerim var. Ah zaman ahhhh.
Ataşehir'e artık ne zaman açtılar bilemiyorum ama acayip bir tatlıcı açılmış. Kardeşimle yürüyüş! yaparken denk geldik ve malesef kendimize hakim olamadık. Zaten ilk defa geldiğimizi duydukları için kapıdan içeri girer girmez hooop ağzımıza birer mini fıstık sarma attılar ondan sonrası yok bizde. Oturalım bari ile başlayan sonra göya yürüyüş yapıp 5gr verecektik pişmanlığı ile biten 60 dk sonucunda söyleyebilirim ki 'Fıstıkzade'de şu ana kadar yediğim en iyi baklavalardan birini yedim, mekan tasarımı ayrı sıcak ve modern, işletme 10 numara candan. Denemenizi tavsiye ederim. Artık karşı kaldırımdan yürüyeceğim canım, yaz geldi zira.
Resmen tam 1 sene sonra Nişantaşına yeniden gittim ve 19 Mayıs Bayramı'na denk geldiği için haylı boştu. Lanet korna sesi minimumdu. Bir sürü yeni mekan açılmış, binalar yenilenmiş, sokaklar dahada daralmış maşallah. Özlemişim, yürüdüm, yürüdüm, bakındım... Gençliğimizde az kahrımızı çekmedi, barıştık gitti. Daha sık gelmek üzere sözleştik ben Anadolu yakama geri kaçtım.
Kendime ara öğün yapma konusunda bir hedef koymuştum. Kahvaltı bile yapamayan bu bünyeme hangi akla hizmet bu kadar zor bir görev yükledim bilemiyorum ama yapmış oldum bir kere. Bu da kanıtım olsun diye çektiğim ilk ve son ara öğümündü. Sadece yemek yedikçe yiyesim geliyor, yemedikçe yemiyorum. Yani düzenli ve az az besleneyim pek bana göre değil. Açıkçası ne sağlıklı ondan da emin değilim bunca deneyimden sonra. Çünkü batı tıbbının aksine doğu tıbbı 'az ye, çok yaşa'dır. Yani az az sık sık ve bol yeşillik sağlıklı gıda hangi noktada doğru bilmiyorum. Ben hem babamın babasının babasını hemde babamın annesinin babasını görmüş insanım. Hele İsmail Büyük Dedemi ben üniversitedeyken kaybettik ve kendisinin yarısını söylemesine rağmen tüm deliller 100 yaşının üzerinde olduğunu kanıtlıyordu. Kendisini günde 2 kereden fazla yemek yerken ve 50 kilonun bir tık üzerinde gören kimse olmamış. Sağlık ve zayıflamak ile ilgili kafamda daha çok deli soru ve bazı cevaplar var. İlerleyen zamanda siz de isterseniz detaylı bir yazı paylaşabilirim.
Not: Okuduğum kitaplar yine madalyonun iç yüzü ile alakalı yani biraz bilinçaltı biraz aile ve kökenler. Sakinleşme ve kendini tanıma yolculuğum devam ediyor. Daha okunacaklar çok ve hepsi sırada.
Elbette hayat baklava ve yelken tadında geçmiyor. Hedefler sadece şirin ve anlık kalamıyor. Mesela yetişmesi gereken bir proje, başlanılması planlanan başka bir proje, alınmaya çalışılan başka başka projeler daha var ve insanlarla uğraşmak benim gibi biri için pek zor. Neyse ki berber çalıştığım kişi (kendisi kocam da olur aynı zamanda) bu konuda çok başarılı ve beni süper eğitiyor. Ben de böyle çatılara tepelere çıkıp şantiyede pişmeye çalışıyorum. Yükseklik korkutucu, betonarme zor, iş arkadaşları fena kafa, hergün kavga kıyamet sonra canım cicim, zaman kısıtlı, iş kostümü hımmmm tırt ama yine de seviyorum yaptığım şeyi. Hem de çok. İnsanlara yuva yapıyorsun yahu, çıplak ayakla o parkeye basarak koşacak çocukları falan. Başka türlü bir iş bu. Zor ama zevkli.
Şimdilik hayatta bunlarla başa çıkmaya çalışıyorum ve bunları düzenlemeyi hedefliyorum. Buraya da bırakıyorum ki kanıt olsun beni motive etsin ve ileride unutursam falan yüzüme çarpılsın... Ve bir de sürekli herkesin her an her şeyden şikayet ettiğimi günümüzde ne olursa olsun yaşadığım hayatın renklerini ve yansımasını görebilmek için yazıyorum. Yazıyorum ki; göreyim, yazıyorum ki bir kez daha anlayayım, her şeyden mütemadiyen şikayet edip hiç bir şekilde totosunu kaldırmayan, sahip olduklarının kıymetini bilmeyip nankörlük eden ve belki de bu yüzden güzelliklerin hayatlarından ufak ufak çekildiği o diğerlerinden olmayayım.
Bir sonra ki 'Son Zamanlarda..' yazısında görüşmek üzere. Sevgiler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder